ZEYBEKLER ve ZEYBEKLİK KAVRAMI
Ege Bölgesi'nin karekteristik oyunu Zeybektir. Söz konusu oyunlar kendi içinde türlere ayrılmaktadır.
Ağır zeybek
Kaşıklı zeybek
Teke (Kıvrak) zeybeği
Kırık zeybek
Tek kişi tarafından ya da birkaç oyuncunun çember şeklinde dizilmesiyle oynanır. Zeybek, halkı koruyan cesur bir adamı temsil eder. Zeybek oynayan dansçı, kollarını omuz hizasında, elleri başıyla aynı hizada olacak şekilde iki yana doğru açar ve bazı oyunlarda kollarını dirseklerden hafifçe kırar. Büyük adımlar atarak ağır ağır hareket eder. Ara sıra yere doğru eğilip bir dizin yere dokundurulması, bu dansın belirgin hareketlerindendir.
Mert, cesur, atılgan, mazluma dost, haksızlığa düşman olarak tanınırlar. Türk köylüsünün tipik bir örneğidir. Kurtuluş savaşında gösterdikleri başarılar ünlerine ün katmıştır. Bugün Zeybeklik tarihi bir anı olarak yaşatılmaktadır.
Zeybek sözcüğünün kökeni hakkında bugüne kadar çok çeşitli ve birbirinden farklı görüşler ortaya atılmıştır. Halikarnas Balıkçısı Zeybek Sözcüğünü Mitolojiye şu şekilde dayandırıyor; Homeros bu sözü ''olaks'' diye Omeqa ile yazar. Omeqa ise, ona tanrıçanın ilkbaharda doğurduğu yumurtasının, ilkbaharda bölünerek iki ayrı "o" olmasıdır. Ayrılan bu yumurtalardan tüm yaratıklar ve bitkiler çıkmıştır. Böylece de ''Obekkos'', ''Tobekkos'' ve ''İbakki'' sözleri ''Zeybek'' olmuştur.“
Mahmut Ragıp Gazimihal, sözün Grekler tarafından kullanıldığını da belirtiyor.
Yunanca'da ''b'' sesi olmadığı için, onların dilinde Sayvakikos , Zaypapikos şeklinde Rodos 'ta ise Turkikos'un aynı anlamda kullanıldığı ve kelimelerin aslının Saybak olup bizde kelimenin incelenip ve özleşerek Zeybek haline geldiği de açıklanır.
Divanı Lügatı Türk'te Zeybek hakkında şu bilgiler verilmiştir: "Divanı Lügatı Türk, Cilt I, sayfa 333 de Bekneg kelimesindeki Bek sözünün sağlam olduğu yazılmaktadır. Yine Divanı Lügatı Türk, cilt III. Sayfa 154 de Sağ sözünün Zeybeklik, anlayışlılık anlamında olduğu kaydedilmektedir. Divanı Lügatı Türk, Cilt I. S. 80'de s harfinin bazen Türk dilinde z okunduğu söylenmektedir. Zeybek sözünde sağlam anlamında bir (Bek) sözünün bulunması anlamı olan sağlam sözünü doğrulayacak ek ad olması şarttır. Bek sözcüğü bir insan için kullanıldığına göre ek sözü, insanın niteliğini iyi yönünden anlatan söz, olması gerekir. Yani Bek sözü ile ancak anlayışlılık ve akıllılık anlatan Zag sözü ile birleşik ad olabilir ve şeklini alır. Bunu Türk dilinin yapısı zorunlu kılmaktadır. Türkçemiz ses uyumu kuralı burada da, karşımıza çıkmaktadır. Başta gelen kalın fakat hafif sesli hece, sonda gelen ince fakat sert heceye uydurularak okunur, kuralına göre Zag hecesi kendisinden sonra gelen sert, ince Bek hecesine uydurulmuş, Zeg olmuş Bek ile beraber anlayışlı, akıllı, sağlam, zeybek olarak Avrupa tarih kitaplarına geçmiş ve çağımıza değil Bozdağ, Dalgalı dağ köylerinde yaşamıştır."
EL SANATLARI
Beledi Dokuması
Beledi dokuması Ege ve Bursa civarında oldukça gelişmiş, zaman içerisinde çağın yenilikleriyle ortadan kalkmaya başlamıştır. Yüzyıllar boyunca bu tezgahlardan geçimini sağlayan kişiler, günümüzde bu sanatın örneklerini anı olarak saklıyorlarsa da genç kızların sandıklarını süslemede kullanılıyorlar. 1932 yılında 38 beledi tezgahı bulunan Tirede, işlenen perdelik, döşemelik, yatak ve yorganlıklar bölgenin gereksinimini karşıladığı gibi, bir kısmı da ihraç edilmekteydi. Yıllar geçtikçe tezgah sayısı azalmıştır. Günümüzde bu el sanatı sadece Saim Bayrı tarafından sürdürülmektedir.
Beledi dokuması çift katlı ve çok dayanıklı bir dokuma cinsidir. İplikler astar iplikten ve beyaz renkli ipliktendir. Yüz kısmı tamamen renkli iplikten, astar ise beyaz iplikten yapılır. Zemin renkleri ise isteğe göre yeşil, kırmızı ve koyu mavi, motif renkleri ise beyaz, sarıdır. Desenler bademli, kelebek, hebib döşeği, evsat, altıparmak, düzbaskı, sepet gibi isimler alır.
Dokumaların eni genelde 60 cm uzunluğundadır. Dokumalar orta ve ala olmak üzere iki bölüme ayrılır. Orta dokumalarda ipek çok az kullanılır, döşemelik yorgan ve döşek yüzü olarak da bu tip dokumalar tercih edilir. Ala tipi dokumalarda ipek olup perdelik yapılır.
Keçecilik
Keçe, ham maddesi olan yünün iplik haline getirilmeden bir takım işlemlerden geçirilmesiyle elde edilen dokuma biçimidir. Hayvancılığın yaygın olduğu toplumlarda doğa koşullarından korunmak amacıyla geliştirilen keçecilik, en eski Türk el sanatları arasında sayılır.
Keçe yapmaya başlamadan önce yılda iki kez kırkılan koyunlardan elde edilen yün elden geçirilir ve içindeki yabancı maddeler temizlenir. Hallaç tarafından yay ile tel tel olana dek kabartılır. Yere kalıp serilir, üzerine önceden renklendirilmiş ve belirli bir ende kesilerek hazırlanmış keçe parçalarıyla motif hazırlanır. Keçenin kenarlarına gelecek ve genellikle birbirini tekrarlayan motiflere su, ortada yer alacak büyükçe desene göl adı verilir.
Temizlenmiş, atılmış ve tartılarak ayrılmış olan yün kalıp üzerine hazırlanan nakış üzerine dökülür. Sepki adı verilen bir çeşit süpürge ile yün hafifçe ıslatılır. Islatma suyuna yünün birbirine kaynamasını kolaylaştırmak amacı ile bir miktar sabun ya da arap sabunu karıştırılır. Kalıp silindir halinde yuvarlanır ve halatla bağlanır. Rulo halindeki keçe 3 - 4 kişi tarafından kırk dakika kadar ezilir. Kalıp açılır ve bozuk yerler elden geçirilir, kenarlarına yeniden yün dökülür. Tekrar kalıplanır, kırk dakika daha ayakla ezilir.
İstenilen ölçüye gelene kadar tepilerek pişirilen keçe açılır. Silindirik uzun bir sopa ile sıkıca sarılır. Böylece keçenin kırışıklıklarının gitmesi ve düzgün olması sağlanır. Son düzeltme (perdah) işlemleri tokmakla yapılır, tekrar dürülür ve sabaha kadar suyunun süzülmesi için dik bir biçimde bekletilir. Ertesi gün asılarak kurutulan keçe kullanıma hazır hale gelir.
Testicilik
İzmir'de testicilik Menemen ilçesinde gelişmiştir. Testi yapımında kullanılan toprak bu bölgede bolca bulunmaktadır.
Toprak tarladan atölyeye işlenmesinden yaklaşık bir sene önce getirilir. En az altı ay bekleyen toprak, havuzun içine konulur ve üzeri su ile doldurulur. Toprak burada belirli bir kıvama kadar erir. Fazla gelen su, havuzdan alınır. Yumuşayan toprak vals makinesinden geçirilir, içindeki taşlar çıkarılır ve iyice ezilmesi sağlanır. Ezilen toprak, süzülmesi için tabanı toprak olan atölyenin içine alınır ve kurumaması için üzeri naylonla örtülür. Toprağın içindeki su süzüldükçe hamur kıvamına gelir. İstenilen kıvama gelen toprak naylon üzerine alınır ve su kaybetmesi önlenir. Kıvamını kaybetmemesi için arada bir aktarılır. Toprak işlenene kadar 5 6 kez elden geçmiş, ayakla ezilmiş olur. Küçük boyuttaki bardak gibi ürünler, sulu ve yumuşak kıvamdaki hamur ile şekillendirilir. Testi, küp gibi büyük ürünler ise toprak sert hamur kıvamına geldiğinde yapılır.
Toprak işlenmeye başlanacağında malat tahtası adı verilen tezgahta yoğrulur ve silindir şeklinde bir topak haline getirilir. Bu topağa künte denir. İşlenecek toprak künte haline getirilmek üzere yoğrulurken, içinde hiç hava boşluğu kalmamasına dikkat edilir. Toprağın içerisinde hava boşluğu kalırsa, testi fırınlama esnasında çatlar. İşlenecek kadar hamur künteden kesilip alınır ve tezgah adı verilen çarkın üzerine konulur. Tezgahların ayakla çevrilenine kara düzen, motorla çevrilenine motorlu tezgah adı verilir. Motorlu tezgahlarda pedal bulunmakta, çarkın dönme hızı bu pedalla sağlanmaktadır.
Tezgah üzerinde işlenecek olan toprağın konulduğu yuvarlak metal kısma kafa denir. Kafanın üzerinde az miktarda çamur bulunur. Bu çamur, kafa ile biçimlendirilecek toprağın temasını sağlar. Künteden kesilen toprak kafanın üzerine hızlıca çarpılarak konulur. Bu aşamadan sonra yapılacak kap sadece el becerisi ile şekillendirilir.
Kafanın üzerine alınan çamurun ortası elle genişletilirken, üretilecek malzemenin her tarafının et kalınlığının eşit olmasına dikkat edilir. Bu sırada eller kayganlık sağlaması için arada bir ıslatılır.
Testinin dış yüzeyinin düzeltilmesi amacıyla, setyan adı verilen 10 15 cm. uzunluğunda, 6 7 cm. eninde, ortasına parmak girecek kadar delik açılmış ahşap bir plaka kullanılır. Bu plaka kırılmayacak kadar sert, çizmeyecek kadar yumuşak olan ceviz ağacından yapılır.
Biçimlendirilmesi biten ürün ince bir tel yardımıyla kafanın üzerinden kesilip alınır. Kulp takılacaksa, boğaz kısmının sertleşeceği zamana kadar (5 6 saat) tahta üzerinde dinlenmeye alınır. Elde yuvarlanarak şekillendirilen kulp istenilen yere yapıştırılır.
Testileri renklendirmek amacıyla sır malzemesine birtakım madenler katılmaktadır. Testileri siyaha boyamak için pillerin içindeki kömür toz haline getirilerek kullanılır. Bir tane pilden çıkarılan kömür elli tane çiçek saksısını boyamada kullanılır. Mavi renk için göktaşı, kırmızı renk için bakır tozu, beyaz renk için Kütahya'dan alınan fincan toprağı kullanılır. Yaldızlı bir görünüm elde etmek için ise, baş kayrağının yaldızlı kısmı dövülüp su ile karıştırılmasıyla elde edilen macun kullanılır.
Gölgede kurumaya bırakılan testiler alt kısımlarının kuruması için bir hafta sonra ters çevrilir. Bir hafta da bu şekilde kuruyan testiler, atölyenin dışındaki fırınlara yerleştirilir. Fırında yer kazanmak için bir sıra düz, bir sıra ters olacak biçimde kapak bölümünden yerleştirilmeye başlanan testiler, kapak kapatıldıktan ve etrafı çamurla sıvandıktan sonra baca kısmından da yerleştirmeye devam edilir. Testilerin fırının duvarlarına değmemesine özen gösterilir. Testi ile duvar arasına kırık testi parçaları konulur. Fırının baca kısmına, ateşin hemen kaçmasını önlemek için yine kırık testi parçaları konulur. Fırınlama işlemi bittikten sonra testilerin fırında kendiliğinden soğuması için bir gün beklenir.
Pişirme aşamasında testilerin tamamına alevin değmesi için testilerin yerleştirilmesine dikkat edilmelidir. Bir fırında en iyi testiler, ateşi en çok gören alt sıradaki testilerdir.
İğne Oyası
Örgü tekniği ile yapılan el sanatı olarak tanımlanan iğne oyaları, kimi zaman gurbet, kimi zaman içten bir gülümseme, bazen söylenemeyen bir söz, bazen de gurbetten dönene kadar saklanacak emanet olur. Üç boyutlu yapısı ve başlı başına bir süsleyici olması nedeniyle Türk kadını tarafından çok sevilmiştir. Oya, süslenmek ve süslemek, ayrıca taşıdıkları mesajlarla bir iletişim aracı olarak kullanılır. Halk Edebiyatına da konu olan gelin kaynana kavgaları sonucunda eline iğne ipliğini alan gelin ördüğü oyaya kaynana dili adını verir. Kocası ile arası açık olan yeni gelin başına biber oyası işlenmiş örtüyü seçer. Geçimsizlik fazla ise biberlerin renginin kırmızı olmasına özen gösterir .
Oyalar üç boyutlu bir örgü biçimidir. Onu diğer örgü biçimlerinden ayıran en önemli özelliği, süsleme ve süslenmek amacıyla kullanılmasıdır. Her ne kadar kadın baş süslemesinde yoğun olarak kullanılsa da, erkek giyiminde de oya kullanılır. Örneğin Efe başlığında genç kızlar tarafından işlenen oyalarla süslü poşu bağlanır. Oyalar erkek giyiminde yalnız başlıkta değil; para kesi, mühür kesesi, damat iç göyneği, mendil kenarında da kullanılmıştır. Anadolunun genelinde görülmekle birlikte Balıkesir, Bolu, Bursa, İçel, İnebolu, İzmir, Kastamonu, Konya, Kütahya, Muğla, Ordu , Rize yörelerinde sıkça kullanılır.
İğne oyalarının malzemesi genellikle ipektir. İğne oyasının ortaya çıkıp gelişmesinde en büyük etken, Anadolunun İpek Yolu üzerinde olması ve ipek üretimi yapılmasıdır. Günümüzde ipek böceği eskisi kadar yetiştirilmemekte, doğal olarak yapımında ipek kullanılan ürünler de azalmaktadır. İpeğin yerini alan pamuk iplikler oya yapımında da kullanılır.
Nazar Boncuğu
Cam ve cam işçiliği tarihi incelemeleri, camcılığın kaynağını Akdeniz ve çevresi olarak göstermektedir. Cam üretiminde kullanılan kum ve yakıldığında yüksek bir enerjisi olan çıralı çam odununun Akdeniz ülkelerinde bolca bulunması bu sonucu hazırlamıştır. Çeşitli arkeolojik bulgulara göre cam, MÖ 4000 yıllarından beri insanoğlu tarafından bilinmektedir. Zaman içerisinde bir çok aşama geçiren camı ilk Mısırlılar renklendirmiş, ziynet eşyalarından tabut yapımına kadar bir çok kullanım alanı oluşturmuşlardır.
Nazar inancı ile birlikte nazardan korunma inancı da gelişmiş, bu amaçla çeşitli nazarlıklar geliştirilmiştir. Anadolu'da kullanılan nazarlıkların başında Nazar Boncuğu gelir.
Anadolu'da camın ilk kez boncuk tasarımı içerisinde kullanımı, Mısır'dan İzmir'e gelen ustaların Kemeraltı'ndaki Arap Hanı'nda Halhal ve boncuk bilezikler yapmalarıyla başlamıştır. Bu ustalardan öğrenilen boncuk üretimini Türkler, kendi gereksinimleri doğrultusunda, katır boncuğu tasarımıyla geliştirmişlerdir. Renkli camların ortaya çıkmasıyla da boncuğa göz koyulmaya başlanmıştır. Nazar boncuğu ocakları günümüzde Menderes ilçesi Görece köyünde ve Kemalpaşa ilçesi Kurudere köyünde çalışır durumdadır.
Genellikle yuvarlak ya da oval şekildeki boncuk ocakları (furun-fırın), köyde bu işi bilen ustalar tarafından yapılır. Ocağın duvarları, düzeltilmiş zemin üzerine 12 sıra ateş tuğlası ve kil kullanılarak nal biçiminde örülür. Bu bölümün üzerinde yine ateş tuğlalarıyla pencere sayısına göre odalar bölünür. Ocağın tamamı kil ile sıvanır. Her gün 800 - 1000 derecelik ısı ile çalışan ocaklar, en çok bir yıl dayanır.
Sadece çam odunu kullanılan ocağın ateş yakılan bölümüne kapı denir. Ocağın üstündeki,yarım kubbe biçimli kısmına tepe kapağı, boncuk işlendikten sonra soğumaya bırakıldığı bölüme kavara adı verilir. Ocak içerisinde erimiş camın alınması için açılan deliğe pencere denir. Bir ocakta üç ile beş arasında değişen pencere bulunabilir. Boncuğun demir çubuk yardımıyla alındığı yere keler-kelerin adı verilir. Keler'de camların eridiği bölüme tava denir. Tavada bir kaç küçük bölüm bulunur. Buralara renkli camlar yerleştirilir. Tava içinde de mavi cam bulunur.
Sındırgısıdır demiri, ocak üzerinde, ocağa yerleştirilmiş halde, pencere kenarında bulunur. Ustanın kelerde erimiş camı alıp biçimlendirmesi sırasında destek olarak kullandığı demirdir. Erimiş camın ocaktan alınması için asebe adı verilen çelik çubuk kullanılır. Yaklaşık 50 - 60 cm. uzunluğundadır. Uç bölümü inceltilmiştir. Asebenin ucu cam macununa batırılır, sındırgısıdır demirinden destek alınarak döndürülüp top haline gelmesi sağlanır. Dışarı çıkarılan cam macunu ray demiri üzerinde, yassı bir demir olan merteke yardımıyla ezilir ve biçimlendirilir. Merteke 30 - 40 cm. uzunluğunda, 2 cm. genişliğindedir ve çelikten yapılmıştır. Biçimlendirilen boncuğa göz yerleştirmek için merdan adı verilen, asebeden daha ince çelik çubuk kullanılır.
Nazar boncuğu yapılırken en çok mor renk kullanılır. Günümüzde kobalt ile elde edilen mor renk, kobalt bulunamadığında saf (çiğ) bakırın ateşte pişirilip cam macununa karıştırılması ile sağlanır. Mor rengi koyulaştırmak için rastık karıştırılır. Nazar boncuğu üretimi sırasında mor rengin yanı sıra, beyaz, sarı, yeşil, kahverengi ve kırmızı renkler kullanılır.
Beyaz, opal denilen saf camdan elde edilir ve cam fabrikalarından alınır. Kahverengi, yeşil ve kırmızı renkler, aynı renkli şişe camlarından elde edilir. Yeşil renk için sarı oksit ile bakır oksit karışımı da kullanılabilir. Sarı renk kurşun, kalay ve çinkonun, sarı tavası ya da kota denilen kilden yapılmış özel kaplar içerisinde karıştırılmasıyla hazırlanır. Nazar boncuğu ustaları, asıl nazar boncuğunun mavi üzerine sarı renkli olduğunu, sarı rengin içinde kurşun bulunması nedeni ile nazara etkili olduğunu Günümüzde üretilen boncuk türleri karagöz, ceviz, silindir, yumurta, plaka, plaka kalp, zar, saraç, danagöz diye adlandırılmaktadır. Boncuk türleri sarı gözlü karagöz, şeffaf yeşil saraç boncuğu, havai mavi silindir, mavi gözlü havai mavi danagöz gibi, kullanılan renklere göre isimlendirilmektedir. Boncuklar iri, orta ve küçük olmak üzere boyutlarına göre de ayrıca isim alırlar. Böylece şeffaf yeşil iri karagöz, mavi gözlü küçük şeffaf mor silindir, iri sarı gözlü karagöz olarak adlandırılırlar. Ayrıca yüzük, testi, balık, küllük gibi malzemeler de üretilmektedir.
Kabak Kemane
Tire'de su kabağından üretilen Kabak Kemane'ler, Anadolu'da görülen örneklerinden farklı olarak 3 telli olarak üretilmektedir. Tire'de ustaların eskiden sadece çakı kullanarak ürettikleri müzik aleti, günümüzde torna başta olmak üzere çeşitli teknikler kullanılarak yapılmaktadır. Çalgının göğsüne oğlak ya da kuzu derisi gerilmektedir, sapı için ise sert bir ağaç gerekmektedir. Bu enstrümanın yayı için atkuyruğu veya misinadan yararlanılır.
Urgancılık
İstanbul'un fethi sırasında Küçük Menderes havzasından gittiği bilinen urganlar sayesinde gemilerin sorunsuz bir şekilde Haliç'e karadan aktarılmasının yapıldığı bilinir.
Oldukça meşakkatli bir işlemler zincirinin ardından urgan haline gelen kendir liflerinden yapılan urganlar, önce dövülür, sonra taranır, sonra sle denilen liflerine ayrılır, daha sonra sle'ler toplanır ve bükülerek urgana dönüştürülür. Büküldükçe kısalan urgan toplarına "Kısır Yeme" adı verilir.
Çömlekçilik
İnsanlık tarihi kadar eski bir zanaat çömlekçilik. Türkiye’nin toprak kap ihtiyacının yüzde 80’ini karşılayan Menemen’de mesleğin emektarları, şimdilerde zanaatlarını Nevşehir Avanos örneğinde olduğu gibi turizmde değerlendirmek istiyor.
Toprağın ruhundan belki de en çok onlar anlar. Öyle ya bizim üzerine bastığımız o kara kırmızı, sarı, kül rengi toprak onların hünerli dokunuşlarıyla birer sanat eserine dönüşür. Toprak ile ona şekil veren eller arasındaki bu öykü, modern dünyanın popüler ürünleriyle kesintiye uğrasa da, içinde tutku barındırdığı için daha uzun yıllar süreceğe benziyor. İzmir’in Menemen ilçesi de yüzyıllardır bu öyküye sahne oluyor. Öyle ki ilçenin içinde bulunduğu ve antik çağda Aiolis olarak adlandırılan bölge o dönemden bu yana toprak ve özellikle çömlekçi kili açısından oldukça zengin ve bereketli. Ege’de bağcılık ve şarapçılığın antik çağlardan bugüne dek yaygın olduğu düşünüldüğünde bölgede pişmiş topraktan amfora yapımı ve çömlekçiliğin gelişmesinin sebebi daha iyi anlaşılıyor.
Geçmişi çok eskilere dayanan bu zanaat, yine aynı topraklarda sayıları gün geçtikçe azalan ustalar tarafından yaşatılmaya çalışılıyor. Aradan geçen onca zaman yapım teknikleri ve kullanım amacını farklılaştırsa da, çömlekçilik hala Menemen’in en eski ve önemli değerlerinden biri. Ve antik çağın amforası hünerli ustaların elinde bugün ünlü Menemen testisi şeklinde vücut buluyor.
5 nesildir devam eden zanaat
Bölgede geçmişten beri süregelen seramik geleneğini uzun yıllar boyunca Rum çömlekçiler sürdürmüş. Rumların Kurtuluş Savaşı’nın ardından bölgeyi terk etmesiyle ustasız kalan bu zanaata Konya’dan gelen ve çömlekçilikle uğraşan aileler sahip çıkmış. Rumların bıraktığı ocakları devralan bu aileler, Menemende çömlekçiliği kuşaktan kuşağa sürdürerek günümüze kadar taşımışlar.
MÜZiK
Zeybek ezgileri İzmir, Aydın, Denizli, Balıkesir illerini içine alan kıyı Ege bölgesinin karakteristik yerel müziğidir. Yunan müziği ile çok benzerlik göstermekle birlikte, İzmir Rum Türküleri de bulunmaktadır. Ancak büyük oranda Zeybek danslarına eşlikte kullanılır. Genellikle dokuz zamanlıdır. Zeybek ezgileri ağır ve yürük (hızlı) zeybekler olarak iki gruba ayrılır. Dansçı, efe ve zeybeklerin dürüstlüğünü, kendilerine güvenlerini, mertlik ve çevresine meydan okuyuşlarını anlatır. Zeybek dansları açık havada davul ve çift zurna (veya klarnet) kapalı ortamlarda ise bağlama ile çalınmaktadır.
Bölgemizde kullanılan çalgılar davul, zurna, klarnet, bağlama, kabak kemane, üçtelli, dilsiz kaval, çığırtma (kemik düdük), sipsi ve Karaburun gaydası’dır.
Tanınmış İzmir türküleri içerisinde Ah Bir Ataş Ver, İzmir'in Kavakları, Mezarımın Taşı Bozdağ'a Karşı, Gerizler Başı gibi zeybek yöresine ait eserler sayılabilir.
Tanınmış İzmir türküleri içerisinde Ah Bir Ataş Ver, İzmir'in Kavakları, Mezarımın Taşı Bozdağ'a Karşı, Gerizler Başı gibi zeybek yöresine ait eserler sayılabilir.
EFSANELER
Selçuk’ta Yedi Uyurlar Efsanesi
Vakti zamanında Dakyanus adlı bir oduncu, her gün Efes Dağlarına gider, akşama kadar topladığı odunları satar, geçimini temin edermiş. Bir gün dakyanus yerde bir yazılı taş bulur.. İlgisini çektiği için onu yanına alıp kasabaya getirir. Kasabanın bakkalına götürür ve onu okumasını rica eder. Bakkal kitabeyi okuduktan sonra:
-Sen fakir adamsın, paraya ihtiyacın var. Bırak şu odunculuğu, bu dükkanı sana bırakayım, yeter ki taşın çıktığı yeri bana göster, taşta senin olsun der.
Oduncu kabul etmez;
-Ben senin dükkanını falan istemem. Eğer okuyacaksan bunu oku, yoksa bırak başkasına okutturayım, deyince; bakkal (bilgili ve okur-yazar bir insandır) kitabeyi okur ve der ki: “Sakın taşı kimseye verme, sen cahilsin, bu taşın çıktığı yerde üç küp altın bulacaksın. Zengin olup ilerde kral olacak ve hatta Tanrılığını ilan edeceksin.” Oduncu güler ve işine devam eder.fakat bu sözler onu bir düşünceye salar ve merak uyandırır. Ertesi günler taşın çıktığı yerleri deşmeye başlar. Açılan delikte bir tuğlanın altından toprak kayarak deliği büyütür ve bir mahzende gerçekten üç küp altın bulur. Altınları hemen götürmeye çekinir ve hergün peyderpey onları taşımaya başlar. Tabii zengin olur, çok iyilik seven bir insan olduğu için fakirlere yardım etmeye ve kasabaya bir hayrat yapmaya başlar.
Derken devrin kralı ölür. O zamanlar kralları halk seçermiş. Kimi kral seçelim derken akla Dakyanus gelir. Halk, “Fakirlere yardım ediyor, devlet bütçesine ihtiyacı yok” der. Sonra karar uygun görülür ve Dakyanus kral seçilir. Zamanla çok ünlü bir kral olunca kendini büyük görmeye başlar ve Tanrılığını ilan etmek ister.
Bir gün vezirlerini toplar ve bu kararını ilan etmek üzereyken bir sinek musallat olur ve kulağına, gözüne, burnuna, ağzına konarak kralı konuşmaktan alıkoyar. Buna rağmen kral :
- Arkadaşlar! Bir sinek konuşmama mani oluyor, kısa kesmek isterim. Ben Tanrılığımı ilan ediyorum.
Böyle deyince vezirlerden altı tanesi hemen yerinden fırlayarak;
-Fakat bizim Tanrımız var. O varken ikinci bir Tanrıya inanmamız güçtür, derler.
Kral Dakyanus celallenir ve onları huzurundan kovar. Daha büyük bir kötülük yapmasından korkan altı vezir sarayı terk ederek şehirden kaçarlar. Şimdiki kızlar cimnazı (Kızıl Gedik)’nın bulunduğu yere gelince, orada köpeği ile bir çoban görürler ve hadiseyi anlatırlar. Çoban:
-Benim efendim de aynı şekilde iddialarda bulunuyor, ben de kaçmak istiyorum. Sizinle beraber geleceğim, der. Hepsi beraber şimdiki yedi uyuyanlar Mağarasına girerek derin bir uykuya dalarlar. Zabıtalar Efes dağlarını arar tarar, fakat onları bulamazlar. Bilinmez aradan kaç yıl geçtikten sonra uyandıkları zaman çok acıktıklarını hissederler ve içlerinden biri şehre ekmek almaya iner.
O zaman Dakyanus ölmüş ve yeni krallar bu zengin kralın hazinelerinin nerede olduğunu merak eder dururlarmış. Bu bakımdan halka verilen bir emirle kimde o devre ait olan bir para bulurlarsa yakalayıp saraya getirmeleri tembih edilmiş.
Fırıncı o devrin parasını görünce, adamın saç, sakal ve kıyafetinden şüphelenerek durumu saraya haber verir. Zabıtalar hemen adamı yakalayarak geldiği yeri göstermelerini emrederler. Fakat geldiklerinde mağaranın kapısı Tanrı’nın emriyle tekrar kapanır. Ve bir daha açılmaz.
Rivayet edilir ki, sonradan eshab-ı Kehf denen ve mağarada 200 yıl yaşadıkları anlaşılan yedi uyurların kaç yıl uyudukları şöyle anlaşılmış: Beraberinde bulunan çoban köpeği her yıl tüy değiştirirmiş. Onun yattığı yer bulunmuş ve üst üste duran tüylerden anlaşılmış.
(Sabahattin Türkoğlu Selçuk ilçesinden Hasan Kimsesiz’den derlemiştir. T.F.A.)
Gelin Taşı ve Dede Tepesi Efsanesi
Güzel izmir'imizin Bergama ve Dikili ilçeleri arasında Kaynarca denilen büyük bir bataklık varmış. Sazlarla örtülü olan bu bataklıkta pek çok kaynak gizliymiş. Bu kaynaklara düşenler, tabaklanmış deriye dönerlermis.
Vaktiyle bu Kaynarca'nın olduğu yerde bir memleket varmış. Verimli tarlaları, besili hayvanları pek çokmuş. Bu memleketin halkı o kadar zengin olmuşlar ki, ekinlerini ekmek, hayvanlarım otlatmak için başka yerlerden işçi getirip çalıştırıyorlarmış. Fakat gelenler oranın ahlakını bozmuş, halkı baştan çıkarmışlar.
Bir gün bu memlekete bir pir gelir, halka nasihatta bulunarak akıllarını başlarına toplamalarını söyler. Bu pîrin sözlerine kimse kulak asmadığı gibi, bir de altın ve gümüş dolu iki kuyunun arasına ekmek su vermemeksizin hapsederler. Pîrin haline acıyan bir kız, kimselere görünmeden bu ihtiyara ekmek ve su getirir, onu ölmekten kurtarır.
Bir müddet sonra bu kızın düğünü olur. Kırk gün, kırk gece süren eğlencelerden sonra bütün halk sarhoş olur, yerlerde sürünmeye başlarlar. Gelin yeni evine gitmek için atına biner, yola çıkılır. O bölgenin âdetine göre, geline, köyün hemen yakınında bulunan bir kuyudan üç yudum su içirmek ve aynı kuyunun etrafında üç defa dolaştırmak gerekir. Kuyunun başına gelinir, tam gelin su içeceği sırada o pîr karşılarına çıkar ve der ki:
«Durmadan arkamdan yürüyün, sakın arkanıza bakmayın. Yoksa hepiniz taş olursunuz!»
Pîrin bu sözlerinden korkan halk onun peşine takılır ve koşmaya başlar. Arkalarından müthiş gürültüler kopar, acı çığlıklar atılır. Buna dayanamayan birisi arkasına dönüp bakar. Evlerden suların fışkırdığını, memleketi kara dumanların bürüdüğünü görünce «Yandım.» diye Kendisini yere atıverir. Ne olduğunu anlamak için hepsi arkalarına bakarlar ; pîrin sözünü dinlemedikleri için de taş kesilirler. Kurtarmak istediği kızın taş kesilmesine çok üzülen pîr, tepeye tırmanır ve fazla gidemeden orada ruhunu teslim eder.
Bu hadiseden sonra, kızın taş kesildiği yere Gelin Taşı, pîrin ruhunu teslim ettiği tepeye de Dede Tepesi adı verilir.
Bu efsaneyi tamamlayan şu iki motifi de buraya eklemeyi faydalı buluyoruz.
Kaynarca'daki memleketin batması sırasında başka bir gelin de bir katar deve ile birlikte Çandarlı'ya gidiyormuş. Bu kafile de oldukları yerde taş kesilmiş. Çandarlı yolunda, Demirtaş'ın yanındaki Katar Kayalar adını bu hadiseden alıyormuş.
O büyük felâket sırasında Kaynarca'dan kaçmak isteyen bir bezirgân Kalarga Tepesine sığınır. Bütün eşyası ile birlikte taş olmaktan kurtulamaz. Bugün Kalarga tepesinde görülen kayalar, halkın ifadesine göre, birbiri üstüne konmuş bez toplarına ve bir adama benzemekteymiş. [Osman BAYATLI : Bergama’da Efsaneler Âdetler. istanbul, 1941 s. 28]